Selvinaz Aydoğan Çetiner

Fotoğraf Sanatçısı

Güzellik, kadın olarak kapladığımız alan için ödemek zorunda kalacağımız kira olmamalı! 

Eril anlayışın kadına dayattığı, “güzelliğin sembolü” yakıştırması, düşünce tarihinin belki de en yıkıcı fikri olsa gerek; içini hiç kimsenin dolduramayacağı. Bir mitsel güzellik peşinde geçen bu nafile yolda sağlığı hiçe sayan estetik ameliyatlar… Def gibi gerilen gergef gibi işlenen sıfatsız suratlar… Peki niçin? Eril düşünce şişman-yaşlı kadın istemez, hep kendi aynı kalırcasına! Yabancılaştırır kadına bedenini,  hükmetmektir tek dileği!

Düşünsenize Marilyn Monroe, Şarlo’nun ta kendisi! Üstelik bıyıkları aldırılmamış, pantolonu dahi yırtmaçsız… Ya da dekoltesi görünmeyen, belinin inceliğini seçemediğimiz bir kadın… Tek kelimeyle sıkıcı!  Öyle kierilliğin de seksepalite ısrarı; kadınlar için tıpkı Victoria Dönemi korsesi kadar sıkıcı… Ve maalesef sürekli güncelliğini korumakla meşgul.

Eril “Güzellik” anlayışıyla paketlenen kadın, kendini bir tüketim ve zevk nesnesine çeviren bu misyona peki ne der? Tarih boyunca, aksini düşünen kadınların “yalnız” kalan başkaldırıları neden hemcinsleri tarafından desteklenmez de ‘cılız’ kalır; bu “varoluş nedenine” aykırı gelen aşağılanmaya neden boyun eğilir? Daha güzel, en güzel olmak uğruna rekabete sürüklenen kadınların birbirleriyle dayanışmaları mümkün müdür acaba? Kadın, seyredilen bir nesne olmaktan kurtulup, etkin bir özneye dönüşebilir mi? Güzellik anlayışının anlam kazandığı; estetik kaygı barındıran sanata katılım kadın için neden bu kadar önemli?

Özetle, Eril Düşünce içerisinde Kadın ve Sanat nasıl ilişkilendirilir?

Tarihsel süreç göstermiştir ki kadın bedeni, salt “güzel” kavramıyla bütünleştiği için ister fiziksel ister görsel olsun sömürüye açık; duygusal açıdan tek taraflı bir yıkıcılığı göze alan vurdumduymazlığa zemin bulmuştur. Sanat tarihi boyunca, Kadınlar ve kadınlık” kavramlarının eserlerde idealize, erotize, estetize edildiğini, fantezi nesnesi haline getirildiğini görmek mümkündür. Kadın bedeni ya kutsal annelik görevini yapmak için “mülk”lendirilmiş ya da eril bakışın fetiş unsuru olarak bedeni pornografik biçimde parçalanmıştır adeta. Nesnel sınıflandırma ve kategorileştirme eğilimine ayak direten birçok kadının bu imgeleri düzeltme çabası ise, gelinen bu noktada pek de etkin ve desteklenmesi gereken bir çaba olarak görülmediği sonucuyla karşılaştırıyor bizleri. Süre gelen bu patriarka sömürü, içinde yaşadığımız yüzyılda son bulmayacak gibi görünse de, bu karşı direniş, kadın kimliği açısından farkındalığı geliştirmekten geri kalmamış; bir nesne olmaktan çıkıp sanatçı konumuna geçen kadını yaratmış, artık kendi imgesini de üretebilir hale gelmiştir.

Sanatkadının dönüştürmek için mücadele ettiği eril bir alandır. Sanatın erilliğini tanımlayan sadece o alandaki erkeklerin çokluğu değil, estetik ve sanatsal politikalara yön veren eril bakış açısının baskınlığıdır. Ahlak, siyaset, eğitim, din, hukuk gibi sanat da ataerkil sistemin kurumsallaştığı üst yapılardan biridir. Bu nedenle, diğer alanlarda olduğu gibi kadının sanatla ilişkisi de egemen eril ideolojinin denetimindedir ve bu bağlamda incelenmelidir.

Sanat Tarihi’nin Kadına Sorunlu Bakışı…

Uygarlığın gelişmesi, aile, devlet, sınıfsal toplumun ortaya çıkışı ve Özel Mülkiyet’le birlikte kadının gücünün gittikçe zayıfladığını görmek mümkündür. Ana Tanrıça inancı Zeus’la birlikte zayıflar ve zamanla da erkeğin mülkü haline dönüşür. Böylece iyiliğin ve güzelliğin sembolü olan kadın zamanla dinler ve mitolojiler aracılığıyla kötülüğün kaynağına dönüşür.

Kadının konumu, inançlara ve toplumsal değişime bağlı olarak hep değişmiştir. İlkin Bereket Tanrıçası olarak dolgun kalçalı, iri göğüslü, otururken betimlenen kadın idolü, Antik Yunan’da güzelliğin, uyumun sembolü olarak heykelleştirilir. Mısır duvar resimlerinde kadın figürü hiyerarşik olarak hep erkekten daha küçük olarak betimlenir. Âdem’i günaha sürükleyerek cennetten kovulan Havva, Bakire Meryem karakteri ile çıplaklığından soyutlanarak Hıristiyan sanatında örtülere bürünür.

Barok ve Rokoko Dönemi’yle birlikte kadın tekrar çıplaklığına geri döner. Havva’nın günahlarının varisleri olan kadınlar, Batı resminde sürekli yatar pozisyonda ve çıplak olarak resmedilirler. Yatak kadının erkeğe ebedi itaatinin simgesidir. Empresyonizmle birlikte ressamlar kadın vücudu üzerindeki ışığın yansımalarını keşfederler, kadını uzanan çıplak fahişeye, izleyiciyi de müşteriye dönüştürürler. Fotoğraf makinesinin icadı ile kadın cinselliği pornografi sınırlarına çekilerek, bir sömürü nesnesi haline gelir. Yakın tarihte yaşamış kadın sanatçıların, Sürrealizm ve Dadaizm’e yaptıkları katkılar da kaynaklardan silinir. Böylece sanat tarihi, birtakım sanatsal değerleri eksik miras olarak insanlığa sunmuş bulunur.

Kadınlar yüzyıllar boyunca erkek egemenliğine son vermek, sanatı bağımsızlaştırmak ve her sınıftan kadını sanata dahil etmek için mücadele ederler. Fakat yine de kadın eserleri erkeklerinkiyle karşılaştırıldığında değersiz ve “öteki” olmaktan kurtarılamaz. Bunun nedenini Alcottkadının evlilik ve kariyer arasında seçim yapmak zorunda bırakılması ve “erkeklere imtiyaz tanıyan cinsiyet ayrımcılığı” olarak belirler ki hala güncel bir nedendir.

19.yy.dan beri kadınlar tarafından verilen mücadelenin faydalarını ancak 20.yy.da yaşayan kadın sanatçılar görmüşlerdir. Artık kadın ve erkek sanatçı arasında üretim açısından bir fark olmadığı fikri savunulmaya başlamıştır. Edebiyatta, erkek yazarlar tarafından kadın karakterlerin, “evdeki melek-dışarıdaki şeytan” düalizmi üzerinden anlatılmasına ilk tepki   feminist yazar Virginia Woolf’ dan gelir ve bu ikilemden kurtulmanın yollarını arar.

Eril ideoloji, kapitalist sistemle birlikte kadını meta’laştıran tüm yöntemleri kullanmıştır. Özellikle kadını düşünsel ve sanatsal alandan uzak tutarak bu süreci hızlandırmıştır. Sanat alanında iyi eserler veren kadınların sayılarının az oluşu, kadının önüne hep onun eksik etek oluşunun kanıtıymış gibi sunulmuştur. Oysaki bunun suçunun kadında olmadığını Woolf “ Shakespeare kadın olabilir miydi?” diyerek sorgulamış, Toplumsal Cinsiyet ve Eğitimin deneyim üzerindeki belirleyiciliğini vurgulamıştır.

Modernizm ile birlikte ortaya çıkan avangart anlayış yeni sanatsal üretimlerle birlikte, kadınların da sanat eğitimi almalarını sağlamıştır. Ancak bu öncü ideoloji bile kadın sanatçıları marjinalleştirmekten geri kalmamıştır. Kadın imgesine yapılan erotik temelli yenilikler sayesinde modern sanat değişime uğramıştır; bu kadın imgesi Picasso’nun fahişeleri, Gauguin’in ilkelleri, Matisse’nin çıplakları, Sürrealizmin nesneleridir. Bu resimlerin ima ettiği kadın-erkek ilişkisi, kapitalist toplumun sınıf ilişkilerinin cinsel düzeyde cisimleşmesi anlamına gelmektedir. ‘Çıplakları’ ile modernizme meydan okuyan Valadon, eleştirmenler tarafından erkek yaratıcılığına sahip bir kadın olarak tanımlanmıştır. Bu da, kadın çalışmalarının ancak erkeksi tarzda olması halinde sanat tarihinde kabul göreceği anlamına gelmektedir ki kadını kadınlık kimliğinden uzaklaştırmak demektir.

Yakın geçmişe kadar müze koleksiyonları ve sanat tarihi kitaplarına baktığımızda, kadın sanatçının ne yaşadığına, ne de yaşamış olsa bile sanata katkısına dair bir ize rastlamak mümkün görünmüyordu. Sanat tarihi yazımına göre, kadınlar bir azınlık grubuydular ve kadın sanatçılardan hiç söz edilmiyordu; kısacası, kadının adı yoktu!

Sanatta Kadın Kimliği ve Feminizm Üzerine…

1960 sonrası ortaya çıkan feminist hareket, sanat alanındaki cinsiyet ayrımcılığına karşı kadını sanat dünyasına dahil edecek bir bakış açısı geliştirir; bunlardan biri, sanat tarihini kadın bakışıyla yeniden gözden geçirmek ve kadını görünür kılmak; diğeri ise toplumsal cinsiyet rollerini reddederek ‘kadın- erkek sanatçı’ gibi kavramların yanlışlığını vurgulamak.

1970’li yıllarla gelişmeye başlayan feminizm, kadının sanattaki yerini sorgular. Sanat tarihinde hep bir nesne olarak algılanan ve sürekli eril zihniyetin belirlemelerine göre değişim gösteren ‘kadın imgesi’, ancak feminist sanat kuramı ve pratiği sayesinde değişime uğrar. Feminist sanatçıların ürettikleri işler aracılığıyla başardıklarını kısaca şöyle sıralayabiliriz: Sanat tarihine yerleşmiş olan üretim kategorilerine ve erkek sanatçıları kahramanlaştıran tapınmalara karşı çıkmak. Ataerkil baskıyı teşhir etmek.  Kadın bedeninin güdümlenmesi ve değersizleştirilmesini ifşa etmek. Güzel sanatlardan zanaata doğru inen yanlış hiyerarşiyi bozmak ve sanat tarihini yeniden ele almak.

Kadın sanatçılar eserlerinde yalnızca ezilen, şiddet gören kadınları işlemekle kalmaz, kendi kadınlık durumlarını da sergilemeyi başarırlar. Önce sanatçı, sonra kadınım diyen çoğu kadın sanattaki cinsiyet ayrımcılığını reddeder ve eşitlikçi bir sanat umuduyla üretmeye çabalarlar.

Feminist sanat flaması altında toplanan her kesimden kadın, artık karşımıza cesurca işlenmiş konularla çıkar; etnik kimlik, cinsel kimlik, deri rengi, seks ve bir tabu olan aybaşı kanaması. Direkt kadın vücudunun kullanıldığı “vücut sanatı” tüketim ve sömürü nesnesi olmaya bir başkaldırıdır. Kadın bedeni ve ruhunu anlatmanın en iyi yolunun vajina olduğu düşünülür;  bu metafor özellikle cinsel farklılığı anlatmak için etkili bir şekilde kullanılır.

Kavramsal sanatın ortaya çıkışıyla birlikte,  erkekler tarafından içi doldurulan sanatta öncü ve sanat yapıtı gibi kavramların içeriği değişir. Sanata yönelen kadınların çoğalmasıyla birlikte mahrem diye baskılanan kadınlık sorunları “Özel Alan”dan çıkarılarak sergilenir.

Feminist sanatçılar, 1970’li yıllarda erkek egemen sergi ve kurumları protesto etmek amacıyla politik olarak örgütlenirler ve sanat kurumlarına sürekli olarak baskı uygularlar; kadın için iyi bir sanat eğitim programı talep ederler. Harrison, 1971’ deki “İlk Solo Feminist Sergi”de, Playboy’ un simgesi ‘tavşan kız’ı, tavşan penise çevirerek sanattaki cinsel sömürüyü ifşa eder.

1971 yılında feminist sanat tarihçi Linda Nochlin  “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?”  “bkz. Sanat Cinsiyet, 2016, Ahu Antmen,  s:119-156”  başlıklı bir makale ile çığır açar; cevap olarak eşit olmayan eğitim koşullarını, sınıfsal farklılıkları, yeteneği ortaya çıkaracak fırsat eşitliğinin kadınlara verilmemesini ve diğer kurumları gösterir. Kadınların içinde yaşadığı koşullar incelenerek, sanat üretimine hangi koşullardan dolayı katılamadığı ortaya çıkarılacaktır. Bu makalenin ardından araştırma yapan feminist sanat tarihçiler deha, ustalık, yetenek gibi kavramların erkekler için yine erkekler tarafından üretildiğini fark ederler. Bunun sonucunda, kadın sanatçıyı sürekli dışlayan akademi, müze, sanat tarihi gibi kurumların sistematiğini sorgulayarak, tarihin akışını bir ölçüde de olsa değiştirmeyi başarırlar.

Kadın sanatçılar haklarını savunmak üzere birçok dernek, sivil oluşumlarla örgütlenirler. “Kadınlar müzelere girebilmeleri için illa ki çıplak mı olmaları gerekir?” diyerek,  New York Modern Sanat Müzesi’ni basmak gibi radikal eylemler gerçekleştirirler. Bugün bile hala Metropolitan Müzesi’nde kadınların yüzde doksanı çıplaktır ama her biri eril zihniyetin ayıbı olarak vardır; artık kadınların çıplaklığı değil, kralın çıplaklığıdır söz konusu olan. Feminist kuramcılar ve sanatçılar uzun mücadeleler sonucu doğal bir durum gibi sunulan, tarihin cinsiyet ayrımcı bakış açısını sergilemeyi başarmışlardır. Başarsınlar da!

Sanat tarihinde çok iyi performans gösteren kadınların dahi erkeklerin gölgesinde kaldığı gözlemlenir. Kadınlar sanat akademilerine kabul edilmez, sanat eğitiminde çok önemli bir yeri olan çıplak model üzerinde çalışma imkânı bulamazlar. Yaptıkları çalışmalar sanat eseri olarak nitelendirilmeyip zanaat kapsamında algılanır. Baba, koca ya da sevgililer kadının çalışmalarını sahiplenip kendi imzalarını atarlar. Kadın sanatçı ne kadar başarılı olursa olsun, bu başarı kendisine verilmeyip yetiştiren erkeğin başarısı olarak sunulur. Tüm bunlar kadının sanatçı kimliğinin baskılanmasının nedenleri olarak görülebilir. Kadınlık ve erkeklik, tanımlanmış toplumsal rollerdir ve eril söylemi onaylayacak kodlamalara dayanır;  o nedenle ‘Gender’  için, kadının tarihsel görünürlüğünü azaltan en önemli nedendirdiyebiliriz.

1980 sonrası, etnik kimlik, ırk ve cinsiyet ayrımı konularının altının çizildiği, toplumsal değişimlerin hızlandığı, kadın sanatçıların yükselişe geçtiği bir dönemdir. Kadın sanatçılar,  resim, heykel, kolaj,  fotoğraf gibi alanlarda kullanılan geleneksel yöntemlerin egemenliğini kırarak, yerleşik kültürün dayattığı “Kadın İmajı”na karşı çıkan çalışmalar geliştirirler.

Aktivist Feminist Gerilla Kızlar; 1985’te bir grup Amerikalı kadın sanatçı alışılagelmiş kalıpları yıkmak için bir araya gelirler. Sanat tarihinde, cinsiyet ayrımcı yaklaşımların kurduğu sahneleri görünür kılmak ve yıkmak için feminizmi aktif bir araç olarak kullanırlar. Kendilerini sanat dünyasının vicdanı olarak tanımlarlar. Gerilla Kızların sanat dünyasında değiştirmek istedikleri: “Biyoloji kaderdir”, “Hiç büyük kadın sanatçı yoktur”, “Duygusal ve sezgisel olan erkektir”, “Palladium’da sadece erkek sanatçıların eserleri sergilenebilir.” Sokaklara posterler yapıştırarak, galeri sahiplerine doğrudan mektuplar yazarak seslerini duyurmaya çalışırlar. Sanat pratiğini doğrudan eylem alanına dönüştürürler. Maskelidirler, çünkü kişisel başarıdan uzak durarak,  bütün kadınları temsil etmeyi hedeflerler.

Görülüyor ki, Kadın sahip olduğu bilinç oranında sanattaki eril dil ve sembollerin farkına varabiliyor, kadın kimliğini yansıtan eserler üretebiliyor. Feminist hareket tam da bu noktada, kadını bilinçlendirmeyi hedefliyor ve kendine yabancılaşmasını engellemeye çalışıyor. Kadın lehine yapılan tüm sanat tarihi değerlendirmelerinin, feminist ideoloji bağlamında geliştiğini görebiliyoruz.Feminizm sayesinde kazanılmış pek çok kadın hakları olmasına rağmen, ne yazık ki çoğu kadın, baskın eril ideolojinin etkisiyle feminizme uzak durmaya devam ediyor!!

Sonuç olarak; Sanat, farklı düşüncelerin çarpıştığı bir arenadır; farkındalık oluşturur. Sanat, toplumsal ve kültürel değişimi ve gelişimi hızlandırır. Sanatçı yenilikçi düşünceleri kitlelere ulaştıran bir öncüdür. Sanat, mesaj aktarma sembolüdür ve çoğu süreçte politiktir.  Kadın dahil olduğu sanatsal alanı, politik ve estetik olarak değiştirerek yaşamın her alanında var olabilir. O nedenle kadının sanat alanında üreterek söz sahibi olması, toplum yapısı oluşturulurken kadın kimliğini erkeğin istediği gibi değil de, kendi istediği şekilde biçimlendirmesi hayati önem taşır; bunu da ancak “toplumsal cinsiyet eşitsizliği” temelinde, aynı kaderi paylaştığı hemcinsleriyle dayanışarak gerçekleştirebileceği görüşündeyim.

Kadın sanatçı olarak var olabilmek, ancak kadın kimliğini özgür kılabilmekle mümkün görünüyor. Bu nedenle, Kadın Bilinçlendirme Atölyeleri’nde sorumluluk almak, kadınlarla dayanışmada kalmak, kararlı ve çabalı olmak, bu zorlu mücadeleler sonucu elde edilecek “Cinsiyetler Üstü Sanat” anlayışını da, kadınlar olarak insanlığa armağan etmek arzusundayız.

Patriarkal otoriteye maruz kalan biz kadınlar, Ortaçağ’da ‘cadı’ diye yakılan kadınların kilise buhuruna karışan yanık kokusunun, günümüzde de “erkekler tarafından öldürülen kadınlar” üzerine sinmişliğinin farkındayız. Ancak kadının içinde yer aldığı bir sanatın; acıtan-yok eden değil yaşatan, güzel görünme sevdası uğruna kibrit kutusu ölçüsüne kadın bedenini sıkıştıran eril ideolojiyi yıkan, eşitlikçi ve estetik bir yapıya evirileceği inancındayım.

Kadın ve Sanat; ikisi bir araya gelince müthiş bir heyecan, birikim, uyum ve özgür bir etki!   Çünkü kadın eli değen eserlerin; yaratıcı, duygulu, sevgi dolu, incelikli, kucaklayıcı, zarif ve hafif olduğuna inanan biri olarak…  Kadın ve Sanat birbirine çok yakışıyor!

Düşüncelerimizi sadece dile hapsetmeyip sanatla özgür kılabilmek dileğimle… Direşken,  üretken ve yaratıcı olarak daima Sanatla kalın!

Selvinaz Aydoğan Çetiner

Kaynakça:

Güzellik, kadın olarak kapladığımız alan için ödemek zorunda kalacağımız kira olmamalı!  Eril anlayışın kadına dayattığı, “güzelliğin sembolü” yakıştırması, düşünce tarihinin belki de en yıkıcı fikri olsa gerek; içini hiç kimsenin dolduramayacağı. Bir mitsel güzellik peşinde geçen bu nafile yolda sağlığı hiçe sayan estetik ameliyatlar… Def gibi gerilen gergef gibi işlenen sıfatsız suratlar… Peki niçin? Eril düşünce şişman-yaşlı kadın istemez, hep kendi aynı kalırcasına! Yabancılaştırır kadına bedenini,  hükmetmektir tek dileği! Düşünsenize Marilyn Monroe, Şarlo’nun ta kendisi! Üstelik bıyıkları aldırılmamış, pantolonu dahi yırtmaçsız… Ya da dekoltesi görünmeyen, belinin inceliğini seçemediğimiz bir kadın… Tek kelimeyle sıkıcı!  Öyle kierilliğin de seksepalite ısrarı; kadınlar için tıpkı Victoria Dönemi korsesi kadar sıkıcı… Ve maalesef sürekli güncelliğini korumakla meşgul. Eril “Güzellik” anlayışıyla paketlenen kadın, kendini bir tüketim ve zevk nesnesine çeviren bu misyona peki ne der? Tarih boyunca, aksini düşünen kadınların “yalnız” kalan başkaldırıları neden hemcinsleri tarafından desteklenmez de ‘cılız’ kalır; bu “varoluş nedenine” aykırı gelen aşağılanmaya neden boyun eğilir? Daha güzel, en güzel olmak uğruna rekabete sürüklenen kadınların birbirleriyle dayanışmaları mümkün müdür acaba? Kadın, seyredilen bir nesne olmaktan kurtulup, etkin bir özneye dönüşebilir mi? Güzellik anlayışının anlam kazandığı; estetik kaygı barındıran sanata katılım kadın için neden bu kadar önemli? Özetle, Eril Düşünce içerisinde Kadın ve Sanat nasıl ilişkilendirilir? Tarihsel süreç göstermiştir ki kadın bedeni, salt “güzel” kavramıyla bütünleştiği için ister fiziksel ister görsel olsun sömürüye açık; duygusal açıdan tek taraflı bir yıkıcılığı göze alan vurdumduymazlığa zemin bulmuştur. Sanat tarihi boyunca, Kadınlar ve kadınlık” kavramlarının eserlerde idealize, erotize, estetize edildiğini, fantezi nesnesi haline getirildiğini görmek mümkündür. Kadın bedeni ya kutsal annelik görevini yapmak için “mülk”lendirilmiş ya da eril bakışın fetiş unsuru olarak bedeni pornografik biçimde parçalanmıştır adeta. Nesnel sınıflandırma ve kategorileştirme eğilimine ayak direten birçok kadının bu imgeleri düzeltme çabası ise, gelinen bu noktada pek de etkin ve desteklenmesi gereken bir çaba olarak görülmediği sonucuyla karşılaştırıyor bizleri. Süre gelen bu patriarka sömürü, içinde yaşadığımız yüzyılda son bulmayacak gibi görünse de, bu karşı direniş, kadın kimliği açısından farkındalığı geliştirmekten geri kalmamış; bir nesne olmaktan çıkıp sanatçı konumuna geçen kadını yaratmış, artık kendi imgesini de üretebilir hale gelmiştir. Sanatkadının dönüştürmek için mücadele ettiği eril bir alandır. Sanatın erilliğini tanımlayan sadece o alandaki erkeklerin çokluğu değil, estetik ve sanatsal politikalara yön veren eril bakış açısının baskınlığıdır. Ahlak, siyaset, eğitim, din, hukuk gibi sanat da ataerkil sistemin kurumsallaştığı üst yapılardan biridir. Bu nedenle, diğer alanlarda olduğu gibi kadının sanatla ilişkisi de egemen eril ideolojinin denetimindedir ve bu bağlamda incelenmelidir. Sanat Tarihi’nin Kadına Sorunlu Bakışı… Uygarlığın gelişmesi, aile, devlet, sınıfsal toplumun ortaya çıkışı ve Özel Mülkiyet’le birlikte kadının gücünün gittikçe zayıfladığını görmek mümkündür. Ana Tanrıça inancı Zeus’la birlikte zayıflar ve zamanla da erkeğin mülkü haline dönüşür. Böylece iyiliğin ve güzelliğin sembolü olan kadın zamanla dinler ve mitolojiler aracılığıyla kötülüğün kaynağına dönüşür. Kadının konumu, inançlara ve toplumsal değişime bağlı olarak hep değişmiştir. İlkin Bereket Tanrıçası olarak dolgun kalçalı, iri göğüslü, otururken betimlenen kadın idolü, Antik Yunan’da güzelliğin, uyumun sembolü olarak heykelleştirilir. Mısır duvar resimlerinde kadın figürü hiyerarşik olarak hep erkekten daha küçük olarak betimlenir. Âdem’i günaha sürükleyerek cennetten kovulan Havva, Bakire Meryem karakteri ile çıplaklığından soyutlanarak Hıristiyan sanatında örtülere bürünür. Barok ve Rokoko Dönemi’yle birlikte kadın tekrar çıplaklığına geri döner. Havva’nın günahlarının varisleri olan kadınlar, Batı resminde sürekli yatar pozisyonda ve çıplak olarak resmedilirler. Yatak kadının erkeğe ebedi itaatinin simgesidir. Empresyonizmle birlikte ressamlar kadın vücudu üzerindeki ışığın yansımalarını keşfederler, kadını uzanan çıplak fahişeye, izleyiciyi de müşteriye dönüştürürler. Fotoğraf makinesinin icadı ile kadın cinselliği pornografi sınırlarına çekilerek, bir sömürü nesnesi haline gelir. Yakın tarihte yaşamış kadın sanatçıların, Sürrealizm ve Dadaizm’e yaptıkları katkılar da kaynaklardan silinir. Böylece sanat tarihi, birtakım sanatsal değerleri eksik miras olarak insanlığa sunmuş bulunur. Kadınlar yüzyıllar boyunca erkek egemenliğine son vermek, sanatı bağımsızlaştırmak ve her sınıftan kadını sanata dahil etmek için mücadele ederler. Fakat yine de kadın eserleri erkeklerinkiyle karşılaştırıldığında değersiz ve “öteki” olmaktan kurtarılamaz. Bunun nedenini Alcottkadının evlilik ve kariyer arasında seçim yapmak zorunda bırakılması ve “erkeklere imtiyaz tanıyan cinsiyet ayrımcılığı” olarak belirler ki hala güncel bir nedendir. 19.yy.dan beri kadınlar tarafından verilen mücadelenin faydalarını ancak 20.yy.da yaşayan kadın sanatçılar görmüşlerdir. Artık kadın ve erkek sanatçı arasında üretim açısından bir fark olmadığı fikri savunulmaya başlamıştır. Edebiyatta, erkek yazarlar tarafından kadın karakterlerin, “evdeki melek-dışarıdaki şeytan” düalizmi üzerinden anlatılmasına ilk tepki   feminist yazar Virginia Woolf’ dan gelir ve bu ikilemden kurtulmanın yollarını arar. Eril ideoloji, kapitalist sistemle birlikte kadını meta’laştıran tüm yöntemleri kullanmıştır. Özellikle kadını düşünsel ve sanatsal alandan uzak tutarak bu süreci hızlandırmıştır. Sanat alanında iyi eserler veren kadınların sayılarının az oluşu, kadının önüne hep onun eksik etek oluşunun kanıtıymış gibi sunulmuştur. Oysaki bunun suçunun kadında olmadığını Woolf “ Shakespeare kadın olabilir miydi?” diyerek sorgulamış, Toplumsal Cinsiyet ve Eğitimin deneyim üzerindeki belirleyiciliğini vurgulamıştır. Modernizm ile birlikte ortaya çıkan avangart anlayış yeni sanatsal üretimlerle birlikte, kadınların da sanat eğitimi almalarını sağlamıştır. Ancak bu öncü ideoloji bile kadın sanatçıları marjinalleştirmekten geri kalmamıştır. Kadın imgesine yapılan erotik temelli yenilikler sayesinde modern sanat değişime uğramıştır; bu kadın imgesi Picasso’nun fahişeleri, Gauguin’in ilkelleri, Matisse’nin çıplakları, Sürrealizmin nesneleridir. Bu resimlerin ima ettiği kadın-erkek ilişkisi, kapitalist toplumun sınıf ilişkilerinin cinsel düzeyde cisimleşmesi anlamına gelmektedir. ‘Çıplakları’ ile modernizme meydan okuyan Valadon, eleştirmenler tarafından erkek yaratıcılığına sahip bir kadın olarak tanımlanmıştır. Bu da, kadın çalışmalarının ancak erkeksi tarzda olması halinde sanat tarihinde kabul göreceği anlamına gelmektedir ki kadını kadınlık kimliğinden uzaklaştırmak demektir. Yakın geçmişe kadar müze koleksiyonları ve sanat tarihi kitaplarına baktığımızda, kadın sanatçının ne yaşadığına, ne de yaşamış olsa bile sanata katkısına dair bir ize rastlamak mümkün görünmüyordu. Sanat tarihi yazımına göre, kadınlar bir azınlık grubuydular ve kadın sanatçılardan hiç söz edilmiyordu; kısacası, kadının adı yoktu! Sanatta Kadın Kimliği ve Feminizm Üzerine… 1960 sonrası ortaya çıkan feminist hareket, sanat alanındaki cinsiyet ayrımcılığına karşı kadını sanat dünyasına dahil edecek bir bakış açısı geliştirir; bunlardan biri, sanat tarihini kadın bakışıyla yeniden gözden geçirmek ve kadını görünür kılmak; diğeri ise toplumsal cinsiyet rollerini reddederek ‘kadın- erkek sanatçı’ gibi kavramların yanlışlığını vurgulamak. 1970’li yıllarla gelişmeye başlayan feminizm, kadının sanattaki yerini sorgular. Sanat tarihinde hep bir nesne olarak algılanan ve sürekli eril zihniyetin belirlemelerine göre değişim gösteren ‘kadın imgesi’, ancak feminist sanat kuramı ve pratiği sayesinde değişime uğrar. Feminist sanatçıların ürettikleri işler aracılığıyla başardıklarını kısaca şöyle sıralayabiliriz: Sanat tarihine yerleşmiş olan üretim kategorilerine ve erkek sanatçıları kahramanlaştıran tapınmalara karşı çıkmak. Ataerkil baskıyı teşhir etmek.  Kadın bedeninin güdümlenmesi ve değersizleştirilmesini ifşa etmek. Güzel sanatlardan zanaata doğru inen yanlış hiyerarşiyi bozmak ve sanat tarihini yeniden ele almak. Kadın sanatçılar eserlerinde yalnızca ezilen, şiddet gören kadınları işlemekle kalmaz, kendi kadınlık durumlarını da sergilemeyi başarırlar. Önce sanatçı, sonra kadınım diyen çoğu kadın sanattaki cinsiyet ayrımcılığını reddeder ve eşitlikçi bir sanat umuduyla üretmeye çabalarlar. Feminist sanat flaması altında toplanan her kesimden kadın, artık karşımıza cesurca işlenmiş konularla çıkar; etnik kimlik, cinsel kimlik, deri rengi, seks ve bir tabu olan aybaşı kanaması. Direkt kadın vücudunun kullanıldığı “vücut sanatı” tüketim ve sömürü nesnesi olmaya bir başkaldırıdır. Kadın bedeni ve ruhunu anlatmanın en iyi yolunun vajina olduğu düşünülür;  bu metafor özellikle cinsel farklılığı anlatmak için etkili bir şekilde kullanılır. Kavramsal sanatın ortaya çıkışıyla birlikte,  erkekler tarafından içi doldurulan sanatta öncü ve sanat yapıtı gibi kavramların içeriği değişir. Sanata yönelen kadınların çoğalmasıyla birlikte mahrem diye baskılanan kadınlık sorunları “Özel Alan”dan çıkarılarak sergilenir. Feminist sanatçılar, 1970’li yıllarda erkek egemen sergi ve kurumları protesto etmek amacıyla politik olarak örgütlenirler ve sanat kurumlarına sürekli olarak baskı uygularlar; kadın için iyi bir sanat eğitim programı talep ederler. Harrison, 1971’ deki “İlk Solo Feminist Sergi”de, Playboy’ un simgesi ‘tavşan kız’ı, tavşan penise çevirerek sanattaki cinsel sömürüyü ifşa eder. 1971 yılında feminist sanat tarihçi Linda Nochlin  “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?”  “bkz. Sanat Cinsiyet, 2016, Ahu Antmen,  s:119-156”  başlıklı bir makale ile çığır açar; cevap olarak eşit olmayan eğitim koşullarını, sınıfsal farklılıkları, yeteneği ortaya çıkaracak fırsat eşitliğinin kadınlara verilmemesini ve diğer kurumları gösterir. Kadınların içinde yaşadığı koşullar incelenerek, sanat üretimine hangi koşullardan dolayı katılamadığı ortaya çıkarılacaktır. Bu makalenin ardından araştırma yapan feminist sanat tarihçiler deha, ustalık, yetenek gibi kavramların erkekler için yine erkekler tarafından üretildiğini fark ederler. Bunun sonucunda, kadın sanatçıyı sürekli dışlayan akademi, müze, sanat tarihi gibi kurumların sistematiğini sorgulayarak, tarihin akışını bir ölçüde de olsa değiştirmeyi başarırlar. Kadın sanatçılar haklarını savunmak üzere birçok dernek, sivil oluşumlarla örgütlenirler. “Kadınlar müzelere girebilmeleri için illa ki çıplak mı olmaları gerekir?” diyerek,  New York Modern Sanat Müzesi’ni basmak gibi radikal eylemler gerçekleştirirler. Bugün bile hala Metropolitan Müzesi’nde kadınların yüzde doksanı çıplaktır ama her biri eril zihniyetin ayıbı olarak vardır; artık kadınların çıplaklığı değil, kralın çıplaklığıdır söz konusu olan. Feminist kuramcılar ve sanatçılar uzun mücadeleler sonucu doğal bir durum gibi sunulan, tarihin cinsiyet ayrımcı bakış açısını sergilemeyi başarmışlardır. Başarsınlar da! Sanat tarihinde çok iyi performans gösteren kadınların dahi erkeklerin gölgesinde kaldığı gözlemlenir. Kadınlar sanat akademilerine kabul edilmez, sanat eğitiminde çok önemli bir yeri olan çıplak model üzerinde çalışma imkânı bulamazlar. Yaptıkları çalışmalar sanat eseri olarak nitelendirilmeyip zanaat kapsamında algılanır. Baba, koca ya da sevgililer kadının çalışmalarını sahiplenip kendi imzalarını atarlar. Kadın sanatçı ne kadar başarılı olursa olsun, bu başarı kendisine verilmeyip yetiştiren erkeğin başarısı olarak sunulur. Tüm bunlar kadının sanatçı kimliğinin baskılanmasının nedenleri olarak görülebilir. Kadınlık ve erkeklik, tanımlanmış toplumsal rollerdir ve eril söylemi onaylayacak kodlamalara dayanır;  o nedenle ‘Gender’  için, kadının tarihsel görünürlüğünü azaltan en önemli nedendirdiyebiliriz. 1980 sonrası, etnik kimlik, ırk ve cinsiyet ayrımı konularının altının çizildiği, toplumsal değişimlerin hızlandığı, kadın sanatçıların yükselişe geçtiği bir dönemdir. Kadın sanatçılar,  resim, heykel, kolaj,  fotoğraf gibi alanlarda kullanılan geleneksel yöntemlerin egemenliğini kırarak, yerleşik kültürün dayattığı “Kadın İmajı”na karşı çıkan çalışmalar geliştirirler. Aktivist Feminist Gerilla Kızlar; 1985’te bir grup Amerikalı kadın sanatçı alışılagelmiş kalıpları yıkmak için bir araya gelirler. Sanat tarihinde, cinsiyet ayrımcı yaklaşımların kurduğu sahneleri görünür kılmak ve yıkmak için feminizmi aktif bir araç olarak kullanırlar. Kendilerini sanat dünyasının vicdanı olarak tanımlarlar. Gerilla Kızların sanat dünyasında değiştirmek istedikleri: “Biyoloji kaderdir”, “Hiç büyük kadın sanatçı yoktur”, “Duygusal ve sezgisel olan erkektir”, “Palladium’da sadece erkek sanatçıların eserleri sergilenebilir.” Sokaklara posterler yapıştırarak, galeri sahiplerine doğrudan mektuplar yazarak seslerini duyurmaya çalışırlar. Sanat pratiğini doğrudan eylem alanına dönüştürürler. Maskelidirler, çünkü kişisel başarıdan uzak durarak,  bütün kadınları temsil etmeyi hedeflerler. Görülüyor ki, Kadın sahip olduğu bilinç oranında sanattaki eril dil ve sembollerin farkına varabiliyor, kadın kimliğini yansıtan eserler üretebiliyor. Feminist hareket tam da bu noktada, kadını bilinçlendirmeyi hedefliyor ve kendine yabancılaşmasını engellemeye çalışıyor. Kadın lehine yapılan tüm sanat tarihi değerlendirmelerinin, feminist ideoloji bağlamında geliştiğini görebiliyoruz.Feminizm sayesinde kazanılmış pek çok kadın hakları olmasına rağmen, ne yazık ki çoğu kadın, baskın eril ideolojinin etkisiyle feminizme uzak durmaya devam ediyor!! Sonuç olarak; Sanat, farklı düşüncelerin çarpıştığı bir arenadır; farkındalık oluşturur. Sanat, toplumsal ve kültürel değişimi ve gelişimi hızlandırır. Sanatçı yenilikçi düşünceleri kitlelere ulaştıran bir öncüdür. Sanat, mesaj aktarma sembolüdür ve çoğu süreçte politiktir.  Kadın dahil olduğu sanatsal alanı, politik ve estetik olarak değiştirerek yaşamın her alanında var olabilir. O nedenle kadının sanat alanında üreterek söz sahibi olması, toplum yapısı oluşturulurken kadın kimliğini erkeğin istediği gibi değil de, kendi istediği şekilde biçimlendirmesi hayati önem taşır; bunu da ancak “toplumsal cinsiyet eşitsizliği” temelinde, aynı kaderi paylaştığı hemcinsleriyle dayanışarak gerçekleştirebileceği görüşündeyim. Kadın sanatçı olarak var olabilmek, ancak kadın kimliğini özgür kılabilmekle mümkün görünüyor. Bu nedenle, Kadın Bilinçlendirme Atölyeleri’nde sorumluluk almak, kadınlarla dayanışmada kalmak, kararlı ve çabalı olmak, bu zorlu mücadeleler sonucu elde edilecek “Cinsiyetler Üstü Sanat” anlayışını da, kadınlar olarak insanlığa armağan etmek arzusundayız. Patriarkal otoriteye maruz kalan biz kadınlar, Ortaçağ’da ‘cadı’ diye yakılan kadınların kilise buhuruna karışan yanık kokusunun, günümüzde de “erkekler tarafından öldürülen kadınlar” üzerine sinmişliğinin farkındayız. Ancak kadının içinde yer aldığı bir sanatın; acıtan-yok eden değil yaşatan, güzel görünme sevdası uğruna kibrit kutusu ölçüsüne kadın bedenini sıkıştıran eril ideolojiyi yıkan, eşitlikçi ve estetik bir yapıya evirileceği inancındayım. Kadın ve Sanat; ikisi bir araya gelince müthiş bir heyecan, birikim, uyum ve özgür bir etki!   Çünkü kadın eli değen eserlerin; yaratıcı, duygulu, sevgi dolu, incelikli, kucaklayıcı, zarif ve hafif olduğuna inanan biri olarak…  Kadın ve Sanat birbirine çok yakışıyor! Düşüncelerimizi sadece dile hapsetmeyip sanatla özgür kılabilmek dileğimle… Direşken,  üretken ve yaratıcı olarak daima Sanatla kalın! Selvinaz Aydoğan Çetiner Kaynakça: