Yunus Emre Bozdoğan 

Yıllar önce İstanbul Şehir Tiyatroları’nda izlediğim bir oyun geliyor aklıma. ‘Ay ışığında Şamata’. O zamanlar ilkokullar beş yıl olduğu için, ben de beşinci sınıftaydım. Babamlarla gittiğimiz bir İstanbul seyahatinde, akrabamız olan Celal abi, tiyatroyla çok ilgilendiğimi ve Halk Eğitim Merkezi tiyatro kurslarına gittiğimi öğrenince, beni bu oyuna götürdü. İzmir’de oturduğumuz için o ana kadar İstanbul Şehir Tiyatroları’nda hiç oyun izlememiştim. İlk izlediğim oyunu çok beğenmeme rağmen, oyuncuların döneme göre olağanüstü bulduğum performanslarına rağmen, içimdeki ses kulağıma, bir gariplik olduğunu fısıldıyordu. Özgürlüğü elinden alınmış bir tiyatronun kısıtlı olanaklar içinde söylemi olan bir oyun oynaması, 1980 öncesi ve sonrası dönemin kısıtlamalarını göz önünde bulundurursak, takdir edilmesi gereken bir sanat yönetim anlayışını ortaya koyuyor. Bunu şimdiki aklımla anlayabiliyorum. Yasaklanan kitaplar -içinde Nazım Hikmet’in tüm eserleri de vardı- oyunlar, çeşitli yayınlar ve düşünce özgürlüğü kısıtlamaları şimdikinden çok farklı bir durum sergilemiyordu.

Ancak oyun bittikten sonra hayatın ve tiyatronun gerçekleriyle karşılaştım. Seyirciler arasında kulaktan kulağa dolaşan fısıltı, Celal abinin bana açıklamasıyla gün ışığına çıktı. ‘Oyundan sonra bir yere ayrılmayın, Nazım Hikmet’in ‘Taranta Babu’ya Mektuplar’ gösterimi gizlice sahnelenecektir…’

O dönemde riskli olmasına rağmen, benim ısrarım ve yalvarmalarım sonunda, oyunu izlemek üzere salonda kaldık. Seyircilerin çoğu gitmişti ve parmakla sayılacak kadar az seyirci olduğu halde oyun oynanacaktı. Sahne değişinceye kadar kısa bir ara verildi ve çıkışta beş on kişi beklemeye koyulduk. İlk oyunun oyuncuları, alın terleri hala üstlerindeyken yanımızdan geçip evlerinin yolunu tuttular. Ay Işığında Şamata oyununda bekçi rolünü oynayan İlyas Salman atkısına sarınmış, anlatıcı rolünü oynayan Nedret Güvenç ve tüm oyuncular mütevazı giysileriyle bir bir yanımızdan geçtiler. Onların sahnede muhteşem oyunlarından sonra sıradan insanlar olarak yanımızdan geçmeleri beni çok etkilemişti. Diğer yandan bir oyun daha izleyecek olmamız ve bunu nispeten gizli bir şekilde yapıyor olmamız daha da büyük bir heyecan duymama neden oluyordu.

Derken gizlice izleyeceğimiz oyunun başlayacağı söylendi ve yerlerimizi aldık. Oyun başladı. Zeliha Berksoy’un oynadığı ve Ergin Orbey’in yönettiği, Nazım’ın  şiirlerinden uyarlama bir oyundu. Ergin Orbey bir ara kitaptan okuduğu bir bölümle katılsa da hatırlayabildiğim kadarıyla oyun tek kişilikti. Nazım Hikmet’inse adını anmak bile yasaktı. Bu afişsiz, broşürsüz ve biletsiz oynanan oyunla ilgili sonradan hiçbir kayda rastlamadım. O yaşlarda ancak hayal mayal hatırlayabildiğim oyun bir alternatif oyun gibi oynanıyordu. İşte asıl oynanması gereken oyun ve oyunlar bunlardır dercesine seyirciye ulaşıyor, tüm zorluklara rağmen (seyirci azlığı, yazarın yasaklı olması, izinsiz oynanması, parasızlık vb.) bir avuç seyirci tarafından ayakta alkışlanıyordu.

Sonraları tiyatroyu meslek olarak seçince küçükken izlediğim bu gösteri aklımı kurcaladı. Bu kadar az seyirciye üstelik de ücretsiz oynanan oyun neden ve nasıl bir inatla her akşam gizli gizli perde açıyor ve nasıl bir özveriyle oynanmaya devam ediyordu.

Elbette ki hiçbir sanat ürünü sansür edilemez, edilse de bir yerlerden pırtlayarak kendini gösterir. Ancak beni asıl ilgilendiren, bu durumun içgüdüsel olarak sanatçının içinde bulunmasının nedenleri ve gerçek kaynaklarıydı. Her dönem sansür gören tiyatro, bir yolunu bulup izleyenlerin gözünü açacak, söylenemeyenleri söyleyecek, az sayıda da olsa seyirciyle paylaşacaktı. Ancak sanatın yalnızca söz söylemekten öteye gitmesi, estetiği ve yeniliği de içinde barındırması, kaynaştırması gerekiyordu.

Geçen zaman içinde öğrencilik yıllarımdan bu yana yaşanan süreci değerlendirdiğimde, dikkatimi çeken şuydu; insanlar yıllarca ’Sanat sanat için midir, sanat toplum için midir?’ gibi zırvalarla uyutulmuş, düşüncelerin içi boşaltılmış, yanlış eğitim sistemiyle şuursuz bir toplum haline evrilmişti. Böyle bir toplumun içinde yetişen sanatçı adayları da moda magazin ve medya sempatizanı olarak, popülist bir çerçeveye yaklaştırılmıştı. Düşüncelerin içi henüz boşaltılmamış o güzel zamanların dinamikleri sonucu yetişen sanatçılar, dünyaya bakış açılarıyla yaşam tarzlarını birleştirebilmiş, özveriye dönüştürerek gerçek sanatçı statüsüne ulaşabilmişlerdi. Çünkü sanat her zaman muhaliftir, asidir, araştırmacı ve yenilikçidir. Sistemle uyumsuzdur ve karşı duruşunu hep korur. Oysa yıllar içinde sisteme uyumlu hale getirilmeye çalışılan insanların arasına maalesef, düzenle uyumlu sanatçı adayları da katılmaya başlamıştır. Böylece sanat gerilemeye, işlevini yitirmeye başlamıştır. İşte benim merak ettiğim sorunun cevabı buydu. Sanatçının içgüdüsünün kaynağında, muhaliflik, devrimci ruh, uyumsuzluk, farkındalık, özgür düşünce ve en önemlisi her zaman ‘İnsan Hakları’ndan yana olma durumu yatmaktadır.

Gelelim hep söylenen ‘Demokrasi, azınlıkların haklarını koruyabilen bir sistemdir.’ tümcesine. Evet, bazen bir kişinin hakkı koca bir kalabalığın hakkı kadar korunabilmeli. Bunu tiyatroya uyarlarsak bazen çok az seyircinin beğenisine seslenen oyunlar oynanmalı, yasak da olsa zor da olsa, ücretsiz de olsa, o azınlık seyircinin ‘belki de üstün’ beğenisine seslenmeli. Çünkü ‘Bir tek bilgili dost, bilgisiz bütün bir kalabalıktan daha önemli olmalı sizin (bizim) için…’ (Shakespeare-Hamlet)

Sanatın, demokrasi ve insan hakları oluşumuna hizmet vermesi kabul görür bir gerçek ancak sanat anlayışının da içinde demokrasi olmalı. Bu sanat anlayışı ise tamamen bir tiyatronun sanat yönetmeninin dünyaya ve sanata bakış açısıyla şekilleniyor. Hele hele ödenekli kurumların en büyük işlevi, düşük fiyata kaliteli oyunlar sergilemek, hiçbir yerde izleyemeyeceği klasikleri seyirciye sunabilmek, hiçbir özel tiyatronun gişe kaygısı yüzünden cesaret edemeyeceği deneysel oyunları sahneleyebilmek, gişe kaygısından çok ‘bir tek bilgili dost’ kaygısını ön planda tutabilmekse, bu kurumların sanat yönetmenlerine çok büyük sorumluluk verilmiş demektir. Peki bu sorumlulukların yerine getirilebilmesi için, bir sanat yönetmeninde klişeleşmiş şartların dışında asıl olması gereken şartlar nelerdir?

  • Demokrasi bilincini yaşam tarzı olarak kendine uyarlayabilmiş bir karaktere sahip olmak;

Herkese aynı mesafede ve adil olmak. Ne insanlar gördüm ki demokrasinin yılmaz savunucusu olarak orada burada konuşmalar seminerler verip özel yaşantısında ya da arkadaş ve aile çevresinde tam bir diktatör gibi davranmaktadır. Bir de böyle insanlara koca bir tiyatronun sanat yönetimi emanet edildiğinde yaşanan gelişmelerin ne acıklı yanları olduğunu siz düşünün.

  • Mesleki anlamda yeni fikirlere ve oluşumlara açık, hatta uygulayıcı olabilmek;

Yeni oluşumlar ve fikirler üretebilmek aynı zamanda kendinin ve çalışma arkadaşlarının alışkanlıklarını kırabilecek cesareti içinde barındırabilmek, eleştiriye açık olabilmek, gerektiğinde attığı yanlış bir adımdan, gururundan vazgeçerek geri adım atabilmek. Bazen de tüm zorluklara rağmen (seyircinin azlığı, maddi sıkıntılar, yeniliğe kapalı olan insanların engellemeleri vb.) inatla aynı oyunu oynatabilmek. Yani inisiyatifini sanat ve demokrasi adına kullanabilmek.

  • Sanatın eleştirel yüzünü savunup destekleyerek gerektiğinde devletin üst kurumlarıyla ters düşmeyi göze almak;
  • Bazen hükümetlerin ya da bazı kurumların ve kişilerin baskılarına direnerek, eleştirmeye, muhalif olmaya devam etmek.
  • Dünyada ve özellikle toplumumuzda giderek işlevini ve değerini yitiren tiyatronun önemini her fırsatta vurgulayarak, bunu hafızalara kazıyan projelere öncülük etmek.
  • Tüm bunları gerçekleştirebilmek için yeterli entelektüel bilgi ve birikime sahip olmak.
  • Erdemli olmak.
  • Gerektiğinde şapkasını alıp gidebilmek.
  • Gerisi kendiliğinden gelir…!

Düşünün ki ülkemizin hemen her şehrinde sayısız özel tiyatro, belediye tiyatroları veya devlet tiyatroları var.  Alt alta yazdığımızda sayfalar tutan ama ülkemiz için yine de az bulduğumuz bu tiyatroların her birinde sanat yönetmenleri ve genel sanat yönetmenleri var. Acaba bunlardan kaç tanesi bu kriterlere uygun bir sanatçı konumunda?

Aslında biliyorum az da olsa bu kriterlere uygun sanat yönetmenleri, eleştirmenler ve sanatçılar var. Üstelik şu sıralar ülkemizde yaşanan siyasi gelişmeler, 1980 öncesi hatta 1980’den hemen sonrasını anımsatmakta. Ancak aradan geçen yaklaşık kırk yıl sonunda benzer noktada bulunmak acı da olsa bir arpa boyu gidilen yol yine de çok önemlidir. Çünkü Genco Erkal’ların, Erkan Yücel’lerin, Zeliha Berksoy’ların, Ergin Orbey’lerin ve ismini sayamayacağım onlarca değerli emekçinin olanaksızlıklar içinde sergiledikleri direnişten daha az efor sarf edeceğimiz kesindir. Tek yapılması gereken onlarda var olan aynı içgüdü ve bilinçle, muhalif olmaya, insan haklarından taraf olmaya ve tek bildiğimiz iş olan tiyatro yapmaya daha cesur bir şekilde devam etmek.

Bu noktada iş yine sanat yönetmenlerine düşüyor. Sanat yönetmenliği maalesef ülkemizde eğitimi olmayan, el yordamıyla yapılmaya çalışılan, meslekleşememiş, bazı insanların görevlendirilmesiyle yapılan geçici bir görev düzeyindedir. Yıllar önce oyunculuk eğitimi veren okul yoktu. Bu okulların açılmasından sonra bu kez yönetmenlik eğitimi veren okul eksikliği yaşandı. Çok yakın bir geçmişte yönetmenlik okulları açılmaya başladı. Sanırım artık eleştirmen ve sanat yönetmeni yetiştiren okulların gerekliliği kendini dayatmaktadır. Gerçek anlamda ayağı yere basan, tiyatro kuramlarını, felsefeyi, sosyolojiyi, dünyayı ve ülkemizin bu dünyadaki konumunu iyi bilen, tiyatroya destek mi köstek mi olacağı konusunda fikir sahibi yeni eleştirmenler ve sanat yönetmenleri yetişmelidir. Yetişmelidir ki artık sanat yönetmenleri hangi oyunu niçin ve ne zaman repertuara alması gerektiğini bilsin. Hatta uzun menzilli repertuar hazırlayarak rastlantısal değil planlı programlı sanat politikalarını en özgün biçimde sunabilsin. Yeni yetişen eleştirmenler, hırpalamakla, yapıcı eleştiri arasındaki ince çizgide ustalaşsın. Ve bunlar buluşsun, birleşsin, ülkemizin hayat damarlarının kopmadığını ve hala sağlam olduğunu haykırırcasına tiyatro yapsın. Yeniden ‘Taranta Babu’ya Mektuplar’ yazsın. Taranta Babu’ya yeni mektuplar… Şimdi her zamandan daha çok gereksinim var buna.

Sevgili Celal abiye (Celal Çıngı), Sayın Ergin Orbey ve Sayın Zeliha Berksoy’a, yıllar önce küçük yaşta aklıma sanatın muhalefet ve özveri yanını kazıdıkları için, dönemin sanat yönetmenine bilerek ya da bilmeyerek buna vesile olduğu için teşekkür ederim.